27 Haziran 2017 Salı

Zemherir


-‘’Geçen her gecenin leyle-i kadr’’, ‘’karşılaştığım her kişinin Hızır’’ olması ümidi ve dileğiyle...

Öylesi ince bir cezbeye kapıldım ki
Bu alev sızıntısı marazi şehirde;
Boğazımda titrek bir heyecan nüksetti.
Köpürdüm... olanaksızlığın hiddetiyle.
Köpürdüm... içimi ağartan dalgaların haşmetiyle.
Köpürdüm... seni bulamamanın acziyle.
Ve ardından ağzımda denizler dindirdim.
Gözlerinden sağdığım yaşlardan denizler...

Düşmanımın adıyla anıldım niceler.
Ant içtim ben, yıkık dökük harabelerde.
Siliverdim gözlerime dolan külleri.
Gözyaşlarıyla ıslanmış ellerimle.
Bendim o: Müntehir ve onursuz şövalye...
Yıkık krallıkların altında ezilen...
Hatırımda sana ait o bakir buse,
Hiç öpülmemiş – ancak öpülecek bu sefer.


Sanki zemherir cehennemindeymişçesine
Sancılanıyor etim / acıdan titredim.
Etimin sızılarını okşa zarifçe.
Budur, yaralarımı sağaltan merhemim.
İçimin körfezlerinde isli bir gece,
Pusundan damıttığım bir mehtaba gebe.
Uğundum soyarak düşlerimi ve kaldım çırılçıplak.
Bu dünyada nice insan gibi, yeknesak...

-25.06.2017 - 27.06.2017

Celalettin DURAK

13 Haziran 2017 Salı

Mor Çöl'de Bir Ayrılık

Kururken dudaklarımız, seninle yeşil bir nehrin kenarında
Durup eflatun kum taneciklerine gömüldüğümüz sırada.
Bir mantık bahşet bana, tüm gerçekliği ile ruhumda şaklayan
Bir kırbaç gibi diriltsin metfun hislerimi - zarurette olan.

Kabul olunmayacağını bilerek ettiğimiz o nahoş dua
(Kaderin gaddar buyruğunca – kalbimde çöl yaraları açtıran)
Yakamozlar doğrayan sesinde son bir sızı ile son bir elveda
Ve olanaksızlığın safra tadı her kelimede boğaz yakan...

Tanrının en güzide yaratısı yıldızlar, peyda olurken birbiri ardına;
Gökyüzü payını almışçasına soyunur sanki papatya sarışınlığından.
Sinekkuşları –ki o nokta gözlerinde evrenin nice görkemini taşıyan-
İzbe bir kovuk ararken yağmurun canhıraş feryadından kaçınmak amacıyla
Sığınmışlar senin göğsüne benim çıkmakta olduğum açık-kanlı bir yaradan.
Nihayet bırakıyorum seni, rahmeti az çağlarda, gadre uğramış bir annenin mahzunluğuyla...


-Celalettin Durak 


8 Haziran 2017 Perşembe

Richard Matheson - Ben Efsaneyim Kitap İncelemesi

 Büyük bir şevkle inceleme yazıma geçmeden evvel, Ben Efsaneyim’i tanıtacağım bu metinde spoiler sayılabilecek cümlelerin bulunduğunu belirtmek isterim. Richard Matheson’ın Ben Efsaneyim’i ile ilk tanışmam post-apokaliptik filmlere ilgi duyan biri olarak Will Smith’in başrol oynadığı aynı adlı film ile oldu. Seneler önceydi, filmi oldukça sevmiştim, kitabı olduğunu öğrenince de hemen internette küçük çaplı bir araştırma yapmış ve ne yazık ki artık basımının yapılmadığını öğrenmiştim. Kitapçılara ‘’Hepimiz Vampiriz’’ (Milliyet Yayınları’ndan bu isimle çıkmıştı.)yahut ‘’Ben, Efsane’’ (İthaki Yayınları’ndan da bu isimle basılmıştı.) kitabının stoklarında olup olmadığını soruyor, olumsuz yanıt aldıkça da canım sıkılıyordu. Daha sonrasında e-kitap formatında bulduğum vakit, her ne kadar tablet veya bilgisayar ekranına bakarak bir şeyler okumayı sevmesem de kitabı iştahla okuyup bitirmiştim.

 Artemis Yayınları tarafından Nisan 2017’de piyasa sunulan Ben Efsaneyim kitabını birkaç ay gecikmeli de olsa elde edebildim. Şimdi de sizlerle bu kitap hakkındaki fikirlerimi ve gözlemlerimi paylaşıyorum. İyi okumalar!

 ***
''Dışarı çık Neville!'' -Ben Cortman

 Cimarron Sokağı’ndaki korunaklı evinde yaşayan, gündüzleri avlanmaya ve birtakım işlerini halletmeye çıkan, geceleri de evinin içinde araştırmalar yapıp - derin düşüncelere dalarak zaman öldüren 36 yaşındaki Robert Neville; kendi çıkarımına göre dünyadaki son insandır. Diğerlerine ne olmuştur, peki? Diğerleri, gündüzleri toprak altında ya da izbe, karanlık köşelerde uyuyan; geceleri ise kan tutkusuyla sokaklara çıkan vampirlere dönüşmüştür. Robert Neville, oluşturduğu rutin günlük programına uyarak sabahları erken kalkmakta; dışarıya çıkıp evin savunma hattını onarmakta, yani kapısına ayna asmakta, pencerelerine ipe dizdiği sarımsakları iliştirmekte, gevşemiş ve sallanmakta olan tahtaları tamir etmekte; sonra arabasına atlayıp sokak sokak gezerek sabahları saklandıkları oyuklarda vampirleri öldürmektedir.  

‘’Geceleri onları yenmesi imkânsızdı. Denemek bile gereksizdi. Gece onların zamanıydı.’’
 Neville’in tek derdi dışarıdaki hilkat garibeleri de değildir sadece! Bir yandan geçmişinin tozpembe hatıraları ile boğuşurken öbür yandan da yoksunluğunu hissettiği cinsel ihtiyacını bastırmaya çalışır. Zira ‘’dışarıdakiler’’, geceleri kapısının önünde ona oyun oynarlar. Dişi vampirler şehvetini kamçılamak adına türlü numaralar yaparlar. Tek amaçları vardır: Robert’ı güvenli sığınağından çekip alarak son damla kanına kadar içmek. Zoraki bir yalnızlığa mahkûm edilmiş bir adam olarak cinsel gereksinimlerini unutmak için içkiye dadanır, kitap okur, müzik dinler. Fakat ne çare… 

‘’Yüzlerce yıllık kelimeler, etinin sessiz ve aptalca özlemini dindiremezdi.’’
 Zaten içki de onun için bir sorundur, bağımlılıktır. Bir ara kendini viskiye boğmak ister. İçkinin kendisini öldürmesini bekler, ya da sahip olduğu tüm içki stoku bitene kadar bu eylemini devam ettirmekte kararlıdır. 

‘’Ben hayvanın tekiyim. Beyinsiz, aptal bir hayvan. Sakın laf etme. İçeceğim. Ölümüne içeceğim. (…)  Keşke bir viski musluğum olsaydı, diye düşündü. Kulaklarımdan fışkırana kadar içerdim. Hatta içinde boğulurdum.’’ 

 İnsanların neden öldükten sonra dirildiği, neden virüs kapınca değiştikleri üzerine düşünmeye başlar. Düşünceleri ahlak kavramına kayar ve benim oldukça takdir ettiğim bir monoloğa girişir:

‘’… Bana kalırsa, insanoğlu vampirlere daima önyargıyla yaklaşmış.
 Onlardan korktuğu için hep nefret etmiş.
(…)
 Ama bir vampirin ihtiyaçları insandan ya da diğer hayvanlardan daha mı şok edici? Davranışları çocuğunun ruhunu emen bir anne ya da babadan daha mı kabul edilemez? Evet, vampirler insanların nabızlarını hızlandırıp tüylerini diken diken ediyor ama ya sonradan politikacı olacak nevrotik çocuklar yetiştiren ailelere ne demeli? Bir vampir intihar eğilimli milliyetçilerin eline bomba ve silah veren insanlardan daha mı kötü? Ya da insanların beyinlerini bulandıracak içkiler üretenlerden? Gerçi bu örnekle bindiğim dalı kesmiş oldum ya neyse. Söyleyin, bir vampir sayısız rafı şehvet ve ölümle dolduran yayıncılardan daha mı ahlaksız? Kalbinizin sesini dinleyin dostlarım. Vampirler gerçekten de o kadar nefret edilesi yaratıklar mı?
 Tek yaptıkları, kan emmek.
 Öyleyse onlara karşı bu önyargının sebebi ne?’’


 Kendine bir amaç bulması elzemdir. Virüs üzerine bilimsel araştırmalara başlar. Bir noktada tıkanır, yorulur, vazgeçmeye meyleder. Tekrar düşüncelere dalar, tekrar baştan başlar… Ta ki birtakım olaylar gelişine kadar. 

‘’Giderek geçmişi daha çok düşünmesine sinir oluyordu. Bir zayıflık belirtisiydi bu ve yaşamaya devam etmek istiyorsa güçlü olmalıydı. Yine de zihni, onu en olmadık zamanlarda geçmişe götürüveriyordu. O zaman da kendi üzerindeki kontrolsüzlüğüne öfkeleniyordu.’’


 Artık kızı Kathy ve eşi Virginia’yı düşünüp kederlenmenin zamanı değildir. Nitekim yaşayan, capcanlı bir yavru köpek görüverir. O an beyninden vurulmuşa döner ve köpeği izler. Haftalarca köpeği kendisine çekebilmek için girişimlerde bulunur. Nihayetinde nispeten zor kullanarak köpekçiği evine taşır, lâkin köpek orada verecektir. Bir hafta geçmeden hem de. Ama Robert Neville bu sefer içkiye sığınmaz. Hayır, artık buna gerek yoktur. Ara verdiği araştırmalarına geri döner ve hayat kaldığı yerden devam eder…

 Ta ki bir gün verandada otururken o kadını fark edene dek. Kadına seslenir, kadın şaşırır ve korkarak ondan kaçmaya başlar. Neville, kadının ardından koşar, koşar, koşar… Kadını yakalayıp tıpkı köpeğe yaptığı gibi zorla evine götürür. Onu alıkoymak niyetinde değildir. Ona zarar da vermeyecektir. Hayır, elbette tecavüz de etmeyecektir. Zaten içindeki cinsel açlığı yatıştırmış, kazımıştır. Kadınla güç bela muhabbet etmeye başlarlar. Kadın, adı Ruth, Robert’a neler yaparak hayatta kaldığını, eşini ve iki çocuğunun kaybını anlatır. Robert ise Ruth’a karşı şüpheci yaklaşır. Onun hastalıklı olduğundan şüpheleniyordur. Kadınını test etmek ister. Ruth başta izin vermez, neden sonra razı olur. Fakat o gece… İşte o gece, Robert hurafevi kâbuslarından bağırarak uyandığında kadını giyinmiş bir şekilde karşısında bulur. Ruth, kaçmaya niyetlidir. Robert’a yakalandıktan sonra konuyu hemen geçiştirir ve kanının tahlilini yapması için adama bir örnek verir. Robert Neville mikroskopta kana baktığında donup kalır. Edindiği bilgilere ve incelemelerine göre, maalesef Ruth virüs kapmıştır. Ruth eline geçirdiği bir cisim ile Robert’ın başına vurur. Robert güçlü bir adam olduğundan tek vuruşla bilincini kaybetmez, iki sert vuruş daha gerekecektir. 


 Uyandığında başına aldığı darbelerin etkisiyle sersem gibidir. Banyoya gider, elini yüzünü yıkar, kendine gelmeye çalışır. Ruth’un geride bıraktığı notu bulduğunda hemen okuyamaz. Gözlerini iyice kısar ve odaklandıktan sonra okumaya başlar. Ruth, ona bir uyarı mesajı bırakmıştır. Kime karşı, neye karşı? Bu kağıtta tam açıklanmaz ancak Neville vampirler ve kendinden başka yaşayanların olduğunu anlar. Yeni bir topluluk… Virüsü kapmış ve onu ehlileştirmiş yeni bir ırk! Ruth, ona ısrarla kaçıp dağlara gitmesi gerektiğini belirtmiş olsa da Robert bunu yapmayacaktır. Bekleyecek ve onları karşılayacaktır.

‘’Gece geldiler. Farları karanlığı delen siyah arabalarla. Baltaları, silahları ve kazıklarıyla. Motor gürültüleri sessizliği inletti. Farlarının uzun, beyaz elleri caddenin köşesini dönüp Cimarron Sokağı’nı aydınlattı.’’
 Kapısının gözetleme deliğinden dışarıdaki kıyımı sessizce izler. Siyah takım elbiseli kişiler vampirleri hunharca kazıklarla katletmektedir. Yüzlerinde yaptıkları işten zevk aldıkları aşikârdır. Hatta Ben Cortman’ı da bulur ve öldürürler. Hani Robert’ın nicedir aradığı, bulup öldürmek istediği eski komşusunu… Ve kapıya dayanırlar. Robert karşı koymama kararı almıştır; fakat ne çare? Hayatta kalma içgüdüsü ile silahlarını kapar ve başarısız bir direnişin ardından ele geçirilir. Son bölümde bu yeni güruh tarafından idam edileceğini yaraları sarılmış bir şekilde hücresinde yatarken Ruth’tan öğrenir. Çünkü Robert Neville, bu yeni insanların eşlerini, kardeşlerini, velhasıl sevdiklerini de öldürmüştür. Ruth, Robert’a idam edilmeden önce ölmesi için birtakım haplar verir. Robert, hücresinin demir parmaklıklı penceresinden dışarıdaki korkmuş, şaşırmış, kendisine bakan kalabalığa karşı gülümseyerek hapları yutar.

‘’Başladığım yere geri döndüm, diye düşündü, ölümün son uyuşukluğu usulca kaslarına yayılırken. Yeni bir dehşet doğuyordu. Sonsuzluğun yıkılmaz kalesinden içeri, yeni bir hurafe sızıyordu.
Ben efsaneyim.’’


___
 Arka planda Manowar'dan Die with Honor çalarken ben de böylece yazımı bitiriyorum. Aklıma William Ernest Henley'in Invictus şiirindeki şu dizeler geliyor:

''Hangi tanrıya olursa olsun, şükran duyuyorum
Bu fethedilemez ruhum için.’’


 Son olarak sizlerle kitap boyunca Robert Neville'in dinlediği müzikleri paylaşıyorum. Smiley Okuduğunuz için teşekkürler:

Schoenberg – Verklarte Nacht
Robert Leie – The Year of the Plague
Brahms – 2. Piyano Konçertosu
Bernstein – The Age of Anxiety
Mozart – Jüpiter Senfonisi
Ravel – Daphnis et Chloé
Schubert – 4. Senfoni
Rachmaninoff – 2. Piyano Konçertosu




30 Mayıs 2017 Salı

Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü (Bölüm - 3 / Savaşan Bir Savaş Muhabiri)

  Sınıf farkından daha büyük farklar da var hayatta. Toplumsal düzlemde sınıflar arası dikey geçiş için gayret sarf edilerek aşılacak sınıf farkı; çözümü azme, çalışkanlığa ve birtakım yapılması mübah olan hilelere dayanan alelade bir problemdir. Üzerinde fazlaca beyin fırtınası yapmaya gerek yok. Peki, sınıf farkından daha büyük farklar var demiştim, ne gibi? Benim, ‘’sınıflardan, benlikten, bencillikten sıyrılmış ve ayaktakımının koruyucu azizliğini yapan ihtilalci bir şövalye olmak’’ ideam ile o’nun tasavvur ettiği ‘’sade, çağcıl ve romantik yaşantı’’ gibi… Ha, o düşlediğine er geç sahip olacaktır – hem de bu coğrafyada doğup büyüdüğü hâlde, buna katiyetle inanıyorum. Ben ise…
*
  Herkes bilir ki orduda sigara demek; mahsulünü asgari fiyattan devlete satmaya gönülsüz razı olmuş çiftçilerin sövgüleriyle beraber işledikleri tütün demektir. Kumanyasında tütünü dağılmamış olanlar, gece karanlığında mevkilerini hasımlarına belli etmemek için yanmış cesetlerin üzerine eğilerek sigaralarını yakıyorlardı. Ben de öyle yaptım ve Yüzbaşı’nın çoktan kora dönmüş cansız bedeninin yaydığı ısıyla sigaramı yaktım, ardından izbe bir köşeye -bir tank iskeletinin arkasına- sığınarak tüttürmeye başladım. Plan başarısız olmuştu. Karargâhta bir hain vardı, hem de subayların arasında, bizi o ele vermişti. Dönek subay, şifreli bir telgraf çekerken yakalanmıştı, anlaşılan ihanet etmekte acemiydi. Kurt sürüsündeki çakal, Dokuzuncu Mıntıka’nın içtima alanında kurşuna dizilirken kumandanımız öfkeden köpürmüştü. Yine de harekât iptal olunmamış, saldırı emri verilmişti. İşte sonuç meydandaydı: Savaş meydanında. Kaybetmiştik.

  Boynumda asılı duran fotoğraf makinesi ile şimdiye kadar birkaç poz çekebilmiştim. İlki, hain subayın infaz anına aitti. [Bir hainin gözyaşları…] İkincisi, mekanize piyade tümeninin harp alanına intikal ederkenki görüntüsü idi. [Şanlı desteğin gelişi…] Üçüncüsünü ise gazetede yayınlamayacaklarına emindim, zira düşman askerlerinin esir aldıkları bir silah arkadaşımızı suratlarında iğrenç bir gülümseme ile öldürdükleri o dehşetengiz manzaranın fotoğrafıydı. [Böyle öldük…] Makinenin zaman ayarını kurdum ve flaşını kapatarak makineyi tam karşıma koydum. Beş saniye, dört saniye, üç saniye… Başımı sağa, hâlâ silah seslerinin yükseldiği tarafa çevirdim. İki saniye… Elimi ağzıma götürdüm ve sigaramdan derin bir nefes çektim. Bir saniye… Objektife baktım. Çıkırt! Dördüncü fotoğraf: ‘’Savaşan bir savaş muhabiri…’’ Ordu bünyesinde çıkarılacak olan Postalların Haşmeti adlı gazetede ilk sayfada tam boy yayınlanacak olan fotoğraf böylece ortaya çıkmıştı.

*
  …savaş bittiğinde bir gelişme kat edebilirdim. Başka bir kadına abayı yakar, Postalların Haşmeti adlı gazeteyi savaş sonrası devletten devralarak militarist yayın çizgisinde devam ettirip köşeyi dönebilirdim.


  Sınıf farkını sorguladığım, geleceğe yönelik öncül girişimlerde bulunduğum –yani planlar yaptığım-, gazeteye yazacağım ilk haberi düşündüğüm zaman dilimi sadece bir sigaranın küllükte tek başına kalıp da tükendiği vakit kadardı. Bunu saymıştım: Hepi topu, dört dakika. Dört dakikalığına görevime ara vermiştim. Neden sonra tüfeğimi kaptım ve benimle birlikte bu fare kapanında kısılı kalmış iki yoldaşıma şöyle bir göz atarak ateş hattına fırladım. Ölümün yakamozlar doğrayan o pes sesi, düşman mitralyözlerinden çıkarak beni Tanrı’dan çaldığı cehennemine çağırıyordu. Tabanlarım kıçıma vura vura ondan kaçtım. Bu bölgeyi terk etmem ve Dokuzuncu Mıntıka’nın istihkâm siperlerine geri dönmem gerekiyordu. Elimden gelenin en iyisini yapmıştım işte: İsabetli olduğunu düşündüğüm yaklaşık otuz atış, hunharca harcadığım iki şarjör, çekebildiğim dört poz… 


28 Mayıs 2017 Pazar

Kitap İncelemesi / Brian McClellan - Kan Yemini

  Brian Mcclellan tarafından yazılmış Barut Büyücüsü serisinin ilk kitabı olan Kan Yemini, İthaki Yayınlarından Aralık 2016’da çıkmıştı. İçine daldığım edebi atmosferin etkisiyle sıcağı sıcağına birkaç yorumda bulunmak isterim. Öncelikle, fantastik – kurgusal bir dünyada geçen öykümüzde ‘’steampunk’’ etkisi söz konusu. Fantastik kurgunun alt türü olan ve Türkçeye ‘’buhar çılgınlığı’’ olarak çevirebileceğimiz steampunk’tan nedensiz yere (?) haz etmesem de Barut Büyücüsü’ndeki kurguya steampunk teması iyi yedirilmiş. Gelelim kitabın içeriğine…

‘’Kralların çağı sona erdi ve bu sonu ben getirdim.’’

  Hikâyemiz bir askeri darbe ile başlar. Adro Kralı 12. Manhouch’a karşı Feldmareşal Tamas bir darbe gerçekleştirmiştir.  Bunun ardından, Fransız İhtilalinde olduğu gibi yüzlerce asilzade giyotinle idam edilmiştir. Fakat çıkacak olan iç isyanlar yeniden kuruluşu ve monarşinin yerine tesis edilen konsey yönetimini -yani oligarşiyi-  tehdit edecektir. Darbenin en önemli gerekçesi ise Manhouch’un Kez İmparatorluğu ile imzalayacağı İtilaflar adlı metindir. Bu anlaşma gerçekleştiği takdirde Adro Krallığı, Kez İmparatorluğunun kuklası hâline gelmiş olacaktır. Beklenmedik ihtilal neticesinde Adro bu ağır anlaşmadan kurtulur.

  Darbe sonrası ülkeyi yönetecek konseyde şu isimler yer almaktadır: İşçi sendikasının başkanı Ricard Tumblar, Başpiskos Charlemund, Vekilharç Ondraus, Adom’un Kanatları adlı fedai birliğinin sahibi Leydi Winceslav, Adopest Üniversitesi Şansölye Vekili Asal, şehrin en güçlü adamlarından biri ve suç dünyasının büyüklerinden Mâlik.

  Tamas dahil bu yedi kişi Adro’yu yönetirken işin içine doğaüstü kuvvetler de karışır. Tanrı Kresimir’i geri çağırmak için bir girişim başlar. Kitabın konusunu kabaca özetlemek gerekirse; mitlerin gerçek, geleceğin ise muğlak ve kaçınılmaz kanlı olduğu bir tarihte olanlar anlatılmaktadır. Kitap, genel seyri itibariyle üç kişinin bakış açısından ilerliyor: Feldmareşal Tamas, Tamas’ın oğlu – ‘’Çift Atar’’ lakaplı Yüzbaşı Taniel ve müfettiş Adamat.

  Barut Büyücüsü serisinin diğer iki kitabının güzel Türkçemize kazandırılmasını dört gözle bekliyorum. Diğer iki kitabı kronolojik sırayla: The Crimson Campaign, The Autumn Republic…



24 Mayıs 2017 Çarşamba

Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü (Bölüm 2 / Dokuzuncu Mıntıka)

  Karargâha ulaştığım zaman elbette sıcak bir karşılama beklemiyordum. Sonuç olarak komutası altına girdiğim kumandanın emirlerine tabi rütbesiz bir er idim. Benim gibi binlercesi daha trenlere doldurulmuş, Güney Cephesi Hattına getirilmişti. Askerî tabipler, tuğbaylar, apoletlerinde bilmediğim işaretlere sahip kıdemliler; hepsi bir koşuşturmaca içerisindeydiler. Bir ay öncesine dek ordudaki mevcut eratın sayısı yeterli gözükmekteydi. Sonrasında ise savaş, çıtasını yükseltmiş ve artık içine mesleği askerlik olmayan halk tabakasını da katmıştı. Savaşın kucağına pike yapan bir uçak misali atılmadan evvel dergilerde ve gazetelerde yazarlık yaparak geçimimi sağlıyordum. Bu işin getirisi azdı ve geleceği de pek parlak değildi, ancak stressiz bir işti – severek yaptığım bir meslekti. Zaten küçüklüğümden beri ama iyi ama kötü yazıyordum.

  Birkaç haftalık temel eğitimin ardından gelmiştim buraya. Dolayısıyla fazla sıra beklemeden adıma zimmetli üniformamı ve silahımı alarak bir inzibat çavuşunun eşliğinde yüzbaşının makamına götürüldüm. Katlanır-açılır bir sandalyeye oturmam işaret edildiğinde hiç ses etmeden usulca oturdum. Sırtımda üniformam yoktu, ancak bir asker sayılırdım ve askeri selam vermem icap ederdi. Fakat muhatabımın işi başından aşkın oluşundan ötürü bu eyleme fırsat bulamamıştım. Yüzbaşı, arkasında asılı olan haritayı neredeyse kapatacak denli iri cüsseli bir adamdı. Yüzbaşının sol elinde eldiven olduğu hâlde sağ eli çıplak ve mürekkep lekeleri olduğunu tahmin ettiğim lekelerle kaplıydı. Önünde açık bulunan koca deftere birtakım notlar alıyordu. Kurulu bir telsiz hemen sağ dirseğinin dibinde duruyor, telsizden yükselen ve birbirine karışan cızırtılı sesler çadırın içini dolduruyordu. İki-üç dakika konuşmadan bekledik. Başını notlardan kaldırıp gerinerek gözlerini benimkilere dikti. ‘’Sen C. olmalısın. Öyle ya, seni getiren çavuşa başkentten kalkan 17.05 treni ile gelecek Ulusun Onuru Gazetesi yazarlarından Sayın C.’yi karşımda istiyorum, demiştim.’’ Başımı yukarı aşağı sallayarak onayladığımı bildirdim. ‘’Evet, efendim, ben C.’nin ta kendisiyim.’’ Bir müddet beni süzdü. Silahımı çadırın girişindeki nöbetçiye teslim ettiğim hâlde üniformam koltuğumun altında duruyordu. ‘’Âlâ. Buradan çıktıktan sonra hemen hazırlan. Ondan önce ise biraz laflayalım. Ulusun Onuru Gazetesinde son yayınlanan makaleden haberin var mı? Hem de ilk sayfada büyük puntolarla duyurulmuş.’’ Haberim yoktu. ‘’Aslına bakarsanız buraya gelmeden önce, gazetenin genel yayın yönetmenine istifamı sunmuştum. Tazminatımı almış -ki tazminatımın dörtte üçlük kısmı devletin hesabına aktarılmıştı- ve zihinsel olarak kendimi savaşa hazırlıyordum.’’ Yüzbaşının suratına yayılan gülümseme bu durumdan hoşnut olduğunu gösteriyordu. ‘’Güzel.’’ Son heceyi uzatarak söylemişti. ‘’Güzel, zira bahsettiğim makale savaş karşıtı propagandalara kulak verir nitelikteydi. Sanki keyfimizden harp ilan etmişiz de, efendim, aslında buna gerek yokmuş da! Deli gevelemesi işte… Her neyse, konumuza dönelim. O gazetenin bünyesinde yer almaman senin için hayırlı olmuş. Savaş Bakanımız o haberi görünce öfkeden köpürmüş ve tüm gazete çalışanlarının ordudan uzak tutulmasına karar vermiş. Bizim de ordunun içinde gazetecilik yapacak, ancak bir savaş muhabiri gibi davranmayacak – tarafsız kalmayacak ve gerektiğinde çatışacak elemanlara ihtiyacımız var. Biliyorum, ikinci sınıf bir gazeteci sayılıyorsun, zira bana göre medyada ön plana çıkmayan her gazeteci-muhabir ikinci sınıftır, bunu değiştirmek ister misin?’’ İkinci sınıfmış… Üstüm olduğundan dolayı itiraz edemedim. ‘’Emredersiniz yüzbaşım!’’ Nereden bilebilirdim ki hayatımın değişeceğini… Şayet bilseydim, verdiğim kararın üzerinde beş dakika da olsa düşünürdüm muhakkak. Oysa ben hiç vakit kaybetmeden cevap vermiştim. Vazifenin detaylarını öğrenince şevklenmiştim; çünkü ordunun gazetesinde başmuhabir olacaktım!

***

Gün boyu sağa sola koşuşturup birkaç ayak işini yetiştirmeye çalıştıktan sonra gece vakti yatakhaneye vardığımda kafamı yastığa koyduğum gibi uyumuşum.

  Koğuşa dalan askerlerin çıkardığı ses ile gözlerimi açtım. Postalların rap rap’ları koridoru inletiyordu. Neler olduğunu bilememenin verdiği şaşkınlıkla doğruldum. İsmini dün öğrendiğim subaylardan teki öne çıkarak o gür sesiyle hemen içtima için hazır olmamızı emretti. Kamuflajımın üstünü kafamdan geçirmiştim ki yeri titreten bir sesle alçak uçuş yaptığını tahmin ettiğim bir uçak hızla binanın üzerinden geçti. Pantolonumu giyip postallarımı ayağıma geçirir geçirmez koşarak dışarı fırladım. Karargâh ayaktaydı. Acaba ne için hazır ol’da idik… Sebebi neydi bu hareketliliğin? Cephedeki ikinci günümde kanaat getirdim ki, savaşın seyrini; yıllanmış askerler, ileriyi görebilen zeki rütbesizler ve ancak kocamış komutanlar bilebilir. Gerisi ise eldeki sağlam olmayan verilerle çürük hipotezler kurabilir.

 Olağan dışı bir canlılık göze çarpıyordu. Bilinmezlikten vuku bulan korku, korkuyu harlatan heyecan, heyecanın kösteklediği düzen... Nizamı bozulmuş bölükler, başka birliklere kaynamış erler… Dokuzuncu Mıntıkanın hâli vahimdi. Neden sonra öğrendik ki bir kuvvet komutanı mıntıkamızı ziyarete gelmiş. Tabii biz tecrübesiz, yeni yetme, alelade askerler ise savaşa gidiyoruz sanmıştık! Ne büyük aldanış ama... Oysa kuvvet komutanını ağırlayıp da yolcu eder etmez tekrar içtimaya geçtik. Beklenen emir açıklanmıştı: Yarın 9. Mıntıkanın iki bölüğü –bir tanesi demem gerekli mi bilmem amma benim bağlı olduğum bölüktü- vur kaç taktiği ile hasmın öncü birliklerini yoracak; sıradaki aşamada ise mekanize piyade tümeni çatışma mevkine intikal ederek düşmanın gözcülüğünü yapmakta olan bölükleri imha edecekti.

  Gün boyu kumandanlarımız planın ve uygulanacak taktiğin detayları üzerine kafa yorarken bizler de talim yaptık. Gece iki sularında yataklarımızda idik. Gün ağarırken ise dünkü heyecanla meydanda toplandık. Artık yola çıkmak için sabırsızlanıyorduk.


Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü (Bölüm 1)

Eğer ölürsen ordunu asla affetmem, demişti bana. Âşıkların dile getireceği türden bu sitemi dostluğuna yormuştum. Şahsıma ayıracak birkaç saati olduğundan ötürü beni uğurlamaya gelmişti. Daha iyi sohbet edebilmek için bir pastanede oturduk. Harp ilan edildikten sonra birçok müessese devletin tekeline geçmişti. Kalan birkaç özel işletme ise sattıkları ürünlerin fiyatını arttırmış, sundukları hizmeti pahalılaştırmıştı. Her ne kadar kendisi hesabı ödemek istediyse de ona fırsat tanımamış, iki dilim pasta ve bir sürahi limonataya cebimdeki paranın yarısını yatırmıştım. Biraz hoşbeş ettik. Savaşın nedenleri, istikbalimiz, yurdumuzun durumu, kısmet olursa en yakın ne zaman döneceğim hakkında konuştuk. Gözlerinin içine bakmaya gayret ediyordum.  Sorusuna muzipçe bir sırıtışla cevap verdim: Eğer ölürsem ordumu asla affetme, kabulümdür. Böyle olmayabilirdi, diye düşünüyordum aynı zamanda. Ordumun onurunu, cephede cansiperane bir şekilde korumak yerine şatafatlı balolarda üzerimde üniforma ve kolumda seninle birlikte yüceltebilirdim. Bittabi bunu dile getiremedim. Pek açık sözlü biri değildim.   Asıl ayrılık acısını bir hafta sonra, sevgilisini cepheye uğurlarken yaşayacağına eminim. Benden bir hafta sonra cepheye nakledilecek olan sevgilisi, üst düzey bürokrat ahbaplarının yardımıyla kaçınılmaz çağrıyı anca bir hafta geciktirebilmişti. Ben, onların hikâyesinin anlatıldığı belgeselde bir görünüp bir kaybolan tanığın tekiydim sadece. Benim rolüm burada bitiyordu. Yardımcı erkek oyuncu, kompartıman penceresinden kendisine seslenen muvazzaf subayın çağrısına uyarak trene binecek; tren hareket edecek; gözden kaybolacak ve de ekran kararacak. İşte rolümü oynadığım son sahne bu olacaktı. Babamdan yadigâr kalan ve ikinci babam saydığım Saatçi Usta’nın tamir ettiği cep saatini çıkardım ve kaçı kaç geçtiğine baktım. Trenin kalkış saati sevk için gelen askerlere evvelden bildirilmişti. Daha yarım saatim vardı. Limonatadan bir yudum aldım, en verimli şekilde harcamak istiyordum kısıtlı zamanımızı. Dostlarını, eşlerini, kardeşlerini, oğullarını savaşa uğurlayan insan kalabalığı dört bir yanımızı sarmıştı.

 ‘’Beni yolcu etmek için geldiğini o biliyor mu?’’ Ağzımda safra tadı kadar acı bir hâl almış olan soruyu nihayet dile getirebilmiştim. Gözlüğünü çıkardı, katladı ve masanın üstüne koydu. ‘’Bilmiyor olsaydı burada olmazdım.’’ İçimde ayandon fırtınası misali kabaran ani öfke dalgasını dindirmek için bir müddet nefsimle cebelleşip dilimi ısırdım. Huzursuzca yerimde kıpırdandım. Saatime tekrar bir göz attım. Sıkıntımı fark etmiş olacak ki: ‘’Daha oturalım. Hem bakayım… Evet, daha yirmi beş dakikamız var.’’ Konuşurken elime dokunmuştu. Beden dilinde bu tür hareketler iletişim hâlindeyken karşınızdakinin dikkatini kendinizde odaklamak amacıyla yapılırdı, ben ise bundan başka manalar çıkaracak denli karşılıksız bir aşkın pençesinde lime lime olmaktaydım. Gardaki emir erlerinden biri megafon aracılığıyla sesini duyurmaya çabalıyordu: ‘’Saat 17:05 treni ile Güney Cephesi Karargahına teslim olmaya gidecek askerlerin dikkatine! Herkes Peron 76’da toplansın. Refakatçiler perona alınmayacaktır. Tekrar ediyorum…’’ Sokrates’in baldıran zehrini içmeden önce yakınlarına hitaben sarf ettiği o ünlü cümleleri mırıldandım: ‘’Ayrılık vakti geldi çattı. Ben ölmeye, sizler ise yaşamaya. Hangisinin daha makbul olduğunu yalnızca Tanrı bilebilir.’’ Ayağa kalktım. Elimi ceketimin iç cebine sokarak özenle katlanmış bir kâğıdı ona uzattım. Usulca aldı ve açıp içeriğine bakmadan kâğıdı çantasına yerleştirdi. Sarıldık. Ben tren garına doğru yollanırken o arkamdan el sallıyordu. Ona verdiğim kâğıtta ne yazdığını henüz bilmiyordu, lâkin ben biliyordum:

Nergislerin öbeklendiği o küçük, şirin tepede bekle.
Cennet kucağında topla bütün güzel kokulu çiçekleri
O zaman antik kalıntılar dirilir birden höyüklerinde
İsmi muğlak tanrıçaların sana yansır şuh güzellikleri.

Lilith'den miras kalmış olan asilliğin ve letafetin
Talmud'da lanetle anılmış olsa da iman etmem ona.
Sen ki Tanrı katından azledilmiş bir kadının eşisin
Ünün yayılmış Aden'in vadilerinden tüm cihana.

Fakat ne çare zalimce kırılırsa şayet kalemim
Hüküm verirlerse Sokrat'a olduğu gibi hakkımda
Kim anlatırdı yoksa nergislerle nilüferlerin
En hakiki kardeş olduklarını bu şiirce sana?

Rezenelerin doldurduğu o yeşim bahçelerinin
Ne de güzel olur kokusunu içine çekebilmek.
Hatıratından çıkarma, farkına var söylediklerimin
Metruk topraklarda bir onurdur isminle yaşayabilmek.



20 Mayıs 2017 Cumartesi

Tarihte Çoğalmak ve Bir Mektubun Anlamı

''...
bir değil ben artık birkaç kişiyim
bir vakit paris'te jean jaures'in kürsüsünde
bir vakit makina başında kuvayı milliye telgrafçısı
madrid'de bir akşam üstü arriba frente popular
bir akşam üstü sofya'da çervenkof tarafından asılmış
sosyal demokrat bulgar gazetecisi
bir değil ben artık birkaç kişiyim
belki juarez'im meksika'da güneşin tuzunu yalıyorum
belki de namık kemal osmanlı sürgününde
habib burgiba diye bir limanda yakalanıyorum
bükreş'te matbaamı dağıtıyor demir muhafızlar
kalküta'da kongre partisi sekreteriyim
hürriyet sokağında isimsiz bir mezar

...''
-Attilâ İlhan - hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir, şiirinden.

 Bir buçuk sene evvel bir kıza mektup yazmıştım. (O dönem benim için pek âlâ anlam ifade eden birinden bugün ‘’bir kız’’ şeklinde bahsediyorsam bu apayrı bir yazı konusudur, o yüzden üzerinde durmayacağım.) Tarihte çoğalmak, temasını işlemiştim. Neydi bu ‘’tarihte çoğalmak’’ teması, peki? Bahsedeyim: Kim olduğunuzu evrene ilan eden bir öge vardır. Buna fıtrat da denir. Her insan, farklı kumaşlardan dokunmuş birer elbiseye, türlü nebatın öz suyundan taktir edilmiş birer içkiye benzer.  Herkesin, ‘’Doğdum,’’ ile başlayıp da ölümden bir tık öncesini yazdığı birbirine bağımlı olsa da farklı otobiyografileri vardır. Bunun içindir ki bütün insanları gönül rahatlığıyla, ‘’Tanrı’nın yarattığı her biri özgün birer eser olan canlılar’’ sayabiliriz. Tarihte bir kez var olanın vay hâline! Yok, öyle bir dünya. Reenkarnasyon inancından, paralel evrenler teorisinden farklı bir şey bu dediğim. Ben bile tam olarak vakıf değilim. Konuşabilmek için ise bir konu hakkında yetkin bir kimse olmanıza gerek yok. Daha iyi anlayabilmeniz için örneklendireceğim:

(Mektubun taslağından alıntılayıp da yeniden düzenlediğim bir parçayı buraya aktarıyorum.)

‘’Aslında bu satırları, sadece ben yazmıyorum. Celal M.’ya yazmıyor. Bu mektubu; yaşamaya fırsat bulamamış, hiç doğmamış nice kişilik; sevmeye, hem de tutkuyla sevmeye imkân bulamadığı insanlara yazıyor.

 Non nobis Domine, non nobis; diyerek Kutsal Kudüs’te Tanrı Krallığını kurmak amacıyla yola düşmüş bir Haçlı şövalyesi; yol üzeri bir tavernada, Venedikli korsanların Napoli’den esir alıp da bir Sırp hancıya sattığı o güzel deniz kokulu kızla zina suçu işledikten sonra, tövbeler ederek Krakow’da yolunu gözleyen eşine yazıyor bu mektubu.

 Bismişah çekip de Diyâr-ı Rum’da Şah kelâmını yaymak amacıyla yekpare kılıç, pîri adına akına çıkmış bir Kızılbaş Safevî askeri, Şam’da bıraktığı güzeller güzeli Acem dilberine yazıyor bu satırları.

 1788 Haziranında, Bastille’de sıtmadan kıvranan, soğuk ve ıslak zeminde yatmaktan dolayı ülser illetinin azdığı Robespierre sempatizanı cumhuriyetçi bir mahkûm, Jezebel adındaki sevgilisine yazıyor.

 26 Mart 1812’de, Venezuela’da, hani And Dağlarından kıyı şeridine değin tüm o toprağı yarıp geçen
büyük depremde, San Carlos Kışlasının enkazı altında kalan Bolivarcı Yurtsever Kuvvetlere dahil bir Latin Amerikalının İspanya’daki soylu sevgilisine yazmış olduğu ve artık hiçbir vakit ulaştıramayacağı bir mektup bu.

 Yani, ben seni severken ve sana yazarken çoğalıyorum tarihte. Her devrin en azılı adamı olup mektuplar yazıyorum sana yeniden. Ve sen, hep bir yerlerde bekleyen oluyorsun benden gelecek olanları. Ulaşıyor yahut ulaşmıyor mektuplarım, ama ben her hâlükârda yazıyorum.

 Alelade biri değil de, 1 Eylül 1920’de, Bakü’de düzenlenen Birinci Doğu Halkları Kurultayında Nerimanov’un yaptığı açılış konuşmasını alkışlarken, aslında Rumeli’de bıraktığı o güzelim Boşnak kızını düşünen eski bir İttihatçıyım. M. bu derin bir tutku. Kitapların arasında dirilen ve tarihte canlanan yeni bir varoluş bu. Senin bana kattığın, farkında olduğun ya da olmadığın, dimağıma onlarca ilham tohumu eken bu hissiyat, en özel bir şekilde tutku ve safi sevgi sözcükleriyle açıklanabilir ancak.’’

 Defalarca kez okudum üstteki sayfayı, bir anlatım bozukluğu aradım düzeltebilmek için. Nihayetinde vazgeçtim. Zihnim berrak değilken cümlelerim de belli bir düzende olamaz zaten. Uzun cümlelerin adamıyım ben. Bıraksanız seksen kelimelik, yüz kelimelik cümleler yazarım. Hiç de gocunmam. Hiç de üşenmem. Hiç de sıkılmam. Uzun uzadıya yazabilirim ama konuşamam. Hitabet yeteneğimin eksikliğinden midir yoksa çektiğim söylevlerin azlığından mıdır bilmiyorum. Zarifoğlu'nun da dediği gibi,‘’…ve bunları elbette çabucak geçelim sevgilim.’’

 Velhasılıkelam tarihte binlerce kişi olabilirim. Olabileceğim şahsiyetler mektupta da belirttiğim üzere hiç yaşamamış da olabilirler. Her hücreme karşılık gelen bambaşka bir Celal vardır elbet. Ben Tanrı'nın planladığı en güzide tasarımlardan sadece bir tanesiyim. Bundan kıvanç duyuyorum. Bunu bilmek beni rahatlatıyor, onurlandırıyor. Attilâ İlhan'ı bile aşacağıma kanaat getiriyorum düşününce. Tarihte çoğalmak üzerine ondan daha iyi yazabileceğime inanıyorum. Ve elbette bana esin kaynağı olduğu için de o büyük şaire teşekkürlerimi sunuyorum.

Teşekkür ederim, size de, okuduğunuz için.

14 Mayıs 2017 Pazar

İçimizdeki Burjuvalar Dışımızdaki Burjuvalara Engel Olamıyor...

 Giardano Bruno’nun yakılması için istiflenen odunların arasına bilerek yaş odun ve ıslak çalı çırpı karıştıran bir emir kulu olmak isterdim. Zira tek başıma engizisyonun hükmünü değiştiremezdim, ancak elimden gelen küçük baltalama eylemleri ile kaçınılmaz sonu geciktirebilir, o son ile alay edebilirdim. Bir türlü tutuşmayan yakacak Bruno’ya bir çeyrek saat kazandırırdı. Doğal olarak da uğruna yargılandığı bilimin ışığı o on beş dakika boyunca kendisini aydınlatır ve evreni çözümlemeye devam ederdi.

  1789 yılında, Bastille Kalesinde Bernard de Launay’ın komutasındaki bir muhafız olmayı dilerdim. Kapıya dayanmış öfkeli halka silah doğrultmaz, bilakis onları içeriye açılan gizli geçitlere yöneltir; böylece ihtilalin gerçekleşmesini kolaylaştırırdım. Bunun sonucu olarak da yaptığım yardımı bilmeyen sankülot güruhu tarafından linç edilirdim.

  Barut Komplosunda kilit isimlerden biri -saf niyetlerle işin içine karışmış, monarşiyi alaşağı etmek isteyen idealist bir subay- olurdum. En nihayetinde yağlı urgan tek seçeneğimi oluştururdu. 

  Velhâsıl Attila İlhan’ın dizeleriyle anlatmak gerekirse: ‘’istenmeyen adam hemen her devirde/ hemen her devirde ateşten bir buluttum/ binlerce umuttan belki bir umuttum’’ 

  Hâlâ, içimizdeki burjuvaların dışımızdaki burjuvalara şövalyece kılıç çekeceği ve onları düelloya davet edeceği o soylu günü bekliyorum. O güne öykünüyorum. Seni, onun gözünde moderniteden nasibini almış bir insan olarak bırakmayacağım. Benim için bir saltanat ailesinin soyundan gelmişçesine yüce olan seni, tahtına geri oturtacağım. Üstte yazdığım ve tasavvur ettiğim üzere ateşli bir ihtilalci olan ben, içimdeki tüm duygular cumhuriyetini feshetmeye hazırım. Gelişinle yükselecek monarşi, gelişinle meşruiyet kazanacak tiranlık, gelişinle asılacak her devrimci.


  Gece vakti vuku bulan tüm ayaklanmalara ve düzen karşıtı hareketlere selam olsun. Bir jakobenin giyotine yürürken fısıldadığı türkü gibi özel kal, güzel kal; hoşça kal. 


11 Mayıs 2017 Perşembe

Gülyosunu'na Açık Mektup - III / ''Yazmak''

  Ben, çok şerefli ve elzem bir görevi yerine getiriyorum esasen. Damdan düşer gibi girdim yazıya, bağışla. Hangi görev bu söz ettiğin, diye sorduğunu duyuyorum. Ben, yazmaya değer hikâyeler olmadığı gerekçesi ile kâğıda geçirilmemiş yaşamlara sahip olan insanların öykülerini kaleme alıyorum. Örneğin, hangi enlemin kaçıncı boylamla kesiştiğini bilmediğim bir kara parçasında; ülkesi, sevdikleri ve onuru için savaşan, saldırı talimatı geldiğinde ise siperden çıkarken tökezleyip de yere düşen ve silah arkadaşlarının postalları altında çiğnenen bir üçüncü dünya vatandaşının hazin ve trajikomik hikâyesi gibi. Yahut gök gürültüsü ve şimşekten korktuğu için fırtınalı bir gecede infaz edemediği Yahudi esirden ötürü üstü tarafından tokat yiyen bir SS subayının ezikliğini konu ediniyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında Polonya’ya yüksek eğitimini tamamlaması için gönderilmiş ve orada okurken İkinci Dünya Savaşına tanıklık etmiş bir Türk’ün, toplama kamplarında kaybettiği yabancı sevgilisini anlatıyorum. Soracaksın yine, bu insanların varlığını tanıtlamak sana mı düştü, bu insanlar gerçekten de varlar mı? Evet, Gülyosunu, bu insanlar hakikaten yaşadılar. Belki benim anlattığım biçimiyle ve benim onlara atadığım rollerle değil, ancak yine de hayat buldular. Hayata dair her hikâyenin giriş bölümü aynıdır, artık klişeleşmiştir: Kahramanımız doğar, emekler, diş çıkarır, ilk sözcüklerini söyler, çokça altına yapar, sert yiyecekler yiyemez, misketle oynamasına izin verilmez. İnsanların yaşamını ‘’yazılmaya değer’’ kılan şey ise ya gelişme bölümü ya da sonuçtur. Bir adam, kahramanca ölemediyse bu onun suçu mudur? Bir kadın orta yaşlarında büyük işlere imza atmadıysa yahut debdebeli ve olanaksız bir aşka kendini kaptırmadıysa bu onun suçu mudur? Suçudur, değildir, umursamıyorum ki ben. V for Vendetta’da çok sevdiğim bir repliği dile getirir başkahramanımız V‘’Her insan özeldir. Her insan. Her insan bir kahramandır, bir âşıktır, bir aptaldır, bir suçludur; her insan. Her insanın anlatacak bir hikâyesi vardır.’’ Seninle kesinkes uyuştuğumuz bir nokta, işte: ‘’Her insanın anlatacak bir hikâyesi vardır.’’ Bu söze kalıbını basacağına eminim, Gülyosunu.    

  Hayatının son anında yazmak istediğin nedir, diye sorulacak olsa; artık cevap verebilirim: Tarihin en yalnız, melankolik ve tekinsiz gününü yazardım. Bir kitaba sığmazdı tabi. Eski bir tadı olurdu. Bayat sigaralardan, küflü ekmeklerden, bozulmuş yiyeceklerden azade, farklı bir tat aynı zamanda. Nasıl olmalıydı o gün? Kuzey Amerika keşfedilmemiş, keşfedilse dahi henüz sömürülmemiş olurdu. Latin Amerika darbeler ve devrimlerle çalkalanıyor olmazdı. Güneydoğu Asya’da türlü ideolojilerin kanlı pratikleri uygulamaya geçmezdi. Asya, geniş bozkırların sükûnetini taşırdı. Avrupa, dünyanın geri kalanını dikizleyip de taciz etmezdi. Kuzeyi hariç, Afrika’nın diğer bölgelerine sıtma hastalığından ve coğrafi zorluklardan dolayı geçiş yapılamazdı. Avustralya’da Aborijinler belli bölgelere hapsedilmemiş hâlde özgürce gezer dururdu. Antarktika’ya hiçbir ülke bayrağı dikilmemiş, hiçbir üs kurulmamış olurdu. Uzun sözün kısası; dünya, devinimini asgari düzeyde sürdürürdü. Yazmayı arzuladığım tarihin o en durgun günü farklı hissiyata sahip olurdu.  Amcamla birlikte küçükken gittiğim ganyan bayiinin duman altı ortamı gibi kasvetli… Otomotiv sanayiinin sağlı sollu işgal ettiği Yalova Yolunun bende uyandırdığı hisler kadar hüzünlü… Elbette hürriyet fikri misali de ümitvar yarınlara gebe...

  Sahi kaç ‘’yarın’’ oldu tarihin başlangıcından beri? Kaç yarın’dır bir şeyleri umut ediyoruz? Yarın’lar bize sanal bir mücadele azmi mi sağlıyor yoksa? Bu sorularla baş başa bırakıyorum seni. Mektup yazmaya belli bir müddet ara vereceğim. Onun yerine buraya kısa öyküler, diyaloglar, monologlar ve de şiirler eklemeye gayet göstereceğim. Umut ettiklerinle kal, hoşça kal.

''Artık ayrılma vakti geldi çattı, ben ölmeye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz. Hangisinin daha iyi olduğunu sadece tanrı bilebilir.''*

Olanca saygınlığımla, saygılarımla;

Jakoben Şövalye.

_

*Sokrates'in Savunması'ndan



10 Mayıs 2017 Çarşamba

Gülyosunu'na Açık Mektup - II

On beş temmuz iki bin on altı sabahıydı. Jody Reynolds’tan ‘’All Washed Up’’ dinleyip yumurta çırpıyordum. Bir yandan şarkıya eşlik ediyordum. Senden yumurta pişirmek gibi basit bir eylemin tarifini istemiştim. Sen de bana detaylıca anlatmıştın. O günün iyi geçebileceği ihtimalinin üzerinde durmak gibi bir hata yaptım mı, hatırlamıyorum açıkçası. Sonrasında ne olduğunu anlatmaya lüzum yok. Işıklar kapandı, ışıklar tekrar açıldı, etrafta sadece molozlar ve kan vardı. Jeton düşüyordu. Ağır ağır, takır takır bir ses çıkartarak. Hayatımın kara deliğe girmesine çok az kalmıştı. Kilometre taşını görebiliyordum, akışı durdurmak yerine devinimi hızlandırıyordum sanki. Gelemeyeceğini söylediğin gün günlerce yatağımda hareketsiz yatmak istemiştim. Ne yemek ne de içmek, hepsinden vazgeçmek… Olmadı. Kalktığım gibi devam ettim. Oluruna bıraktım. Seni teselli etmeye çalıştım, hatırlarsın. Galiba işe yaramamıştı. Winston Smith’in 1984’te sarf ettiği bir cümle vardır: ‘’Nasıl’ını anlıyorum neden’ini anlamıyorum.’’ Birçok hipotez kurabilirim elimdeki verilerle bu hâle nasıl geldiğime dair. Ama nedenlerini say desen düşünürüm, toparlamaya çalışırım kafamda. Konuşmayı başaramam. Velhasılıkelam, binaenaleyh bu mektup biraz kısa olacak. Hikâye anlatmayacağım. Diğer mektupta sana ''yazmak'' üzerine düşüncelerimi açıklayacağım. 

Saat 3:45. Arka planda yine ‘’Gemide – Soundtrack’’ çalıyor. Yarın evden dışarı çıkmayacağım. Miskinlik yapabileceğim. Bu yüzden geçe kalmamın güneş ışığını daha az görebilmekten başka bir götürüsü yok. Güneş ışığına da gerek yok. Gecenin ziftini lıkır lıkır içmekte ve kendimi sineye çekmekteyim. Ayın şavkını ekmeğime sürmekte, afiyetle yemekteyim. Uyuyup uyandığım vakit yeni bir kitaba başlamalıyım. Wilhelm Reich’tan, yani şu Freud’un yanında çalışmış psikanalist, Dinle Küçük Adam’ı gözüme kestirdim. Nicedir ciddi felsefe okumaları yapmak istiyorum ancak ‘’ciddi bir okumayı’’ nasıl yapabileceğim hakkında kaygılarım var. Tam verimli, sağlıklı, akıldı kalıcı bir okuma da sanata dâhildir fikrimce. Cemil Meriç’in geçen günlerde paylaştığım bir sözünde bu durum çok güzel açıklanmış aslında: ‘’Kalbi var kitapların, onları bir kerhane sermayesi gibi haşin parmaklarınla mıncıkladın mı senin oldular sanıyorsun. Kahrını çekeceksin kitabın, hizmetinde bulunacaksın. Senelerce, senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp emirlerini dinleyeceksin.’’ D.'den ödünç aldığım Seneca'nın Törel Mektuplar'ını da bir an önce bitirmeliyim, çünkü D. ondan aldığım kitapları okumadığımdan şikayetçi. Haklı da adam. Kendisini aydınlatmış eserleri benimle paylaşıyor ama ben oralı olmuyorum. Dostluğa sığmayacak, yakışmayacak bir davranış. Düzeltmeliyim.

Son olarak, yitik sevgilim Gülyosunu, hâlâ seni bekliyorum. Bundan sonrası için seni bekleme kararı aldım. En azından bir özür dilemek namına.

Olanca saygınlığımla, saygılarımla;

Jakoben Şövalye.



9 Mayıs 2017 Salı

Gülyosunu'na Açık Mektup - I

Mektuba bir hitap ile başlamadan evvel biraz lakırtı etmek isterim

Bu devrin jakoben şövalyesi olarak çıktım kaldırıma. (Sahneye değil, hayır. Sahne seçkinler içindir. Benim uğrağım ise sokaklardır. Tam da bu satırları tekrar düzenlerken Cahit Zarifoğlu’ndan şu dizeler geldi aklıma: ‘’Seçkin/ Bir kimse değilim/ İsmimin baş harfleri acz tutuyor/ Bağışlamanı dilerim’’ Parantezi hızla çarpmam gerek yoksa apayrı bir yazı konusu ortaya çıkacak.) Amacım basitti: İade vakti gecikmiş kitabı kütüphaneye teslim etmek, sigara tabakası almak –tabii bir de çakmak-, ardından eve dönmek. Velhasılıkelam herhangi bir gecikme ücreti ödemeden kitabı görevliye teslim ettim. Sonra alt geçide yöneldim yolun karşısına geçmek için. İzbe bir köşede yalın ayak dilenen o çocuğu gördüm. Usulca cüzdanımı çıkardım, çocuğa yanaştım, parayı uzattım ve elinde tuttuğu tek mendili aldım. Mendilde gözüm yoktu, yanlış anlaşılmasın. Sadece onurunu kırmak istememiştim. Ona bir dilenci diye değil, satıcı olarak para verdiğimi ifade etmek istemiştim. Tabi o anlayamazdı, birçok insan da öyle. Benim ise umurumda olamazdı. Zira onurun ne denli önemli bir kavram olduğunun bilincindeydim. Başkalarından bana ne? Yine de bir anlığına pişman olup mendili geri uzattım: ‘’Al kardeşim, sende kalsın.’’ Yürümeye devam ediyordum ki bir dürtüyle arkamı döndüm. Çocuğun bakışlarını uzaktan da olsa netlikle seçebildim. Hüzünlüydü. Sanki gözleri de yaştı. İçime oturdu o hâli. O an kafamın içindeki ses hali hazırda tekrarlamakta olduğu cümleyi daha da gür bir şekilde tekrar etmeye başladı: ‘’Bu dünyadan hiçbir bok olmaz.’’ Hakikaten benim gibi devrimci bir adam için bu cümle ne kadar geçerliydi? Madem bu dünyadan bir bok olmazdı, ne için mücadele ediyordum/edecektim? Fazla üzerinde durmadım, bir sigara yaktım, kalabalığın arasında ilerledim.


Konudan konuya atlayacağım, mazur gör, sen yedi aydır yoksun ve ben çok şey yaşadım. Öncelikle eğitim hayatıma bir sene ara verdim. Uzaktaki bir şehre annemi ve kardeşimi görmeye gittim, geri geldim. Babaannemin evinin üst katındaki odayı yurt belledim. Uzun bir aradan sonra ağız tadıyla kitap okuyabildim. Siyasi mücadelenin içine bodoslama daldım. Aynı zamanda hayatımın oldukça durağan bir dönemine geçiş yaptım. Ne kadar ironik değil mi? Bunca değişime ve giriştiğim eyleme karşın hayatımın oldukça durağan bir dönemindeyim. Zaten takındığım ad da bir o kadar ironik: Jakoben Şövalye. Bir tarafta Ortaçağ Avrupası’nın azılı feodalite düşmanı jakobenler, diğer tarafta ise feodal dönemin asli unsuru olan derebeylerinin seçkin askerlerinden mürekkep soylu grup. Ben işte bu iki kümenin kesişim kümesine aitim. En azından öyle düşünüyorum.

(Şimdi bir parantez patlatmanın tam sırası. Saat 7:40. Arka planda Gemide – Soundtrack çalıyor. Ben ise bu mektubu devam ettiriyorum.)

Sana Gülyosunu diyeceğim. Dudaklarının rengi gül kızıllığına çaldığı ve o mavi gözlerine yeşili yakıştırdığım için. Bir diğer ismin de ‘’Tozpembe Karabasanların Leydisi’’. Neden mi? Zira geçmişin karabasanları konu sen olunca tozpembe bir renge bürünüyor. Sana ait hatıralar, umutlar, hissiyat... Hepsi. Artık hitaba geçebiliriz, değil mi?

Sevgili’m Gülyosunu,

Sana artık yeni bir şiir yazmanın vakti geldi. Elimi çabuk tutacağım. Şiirlerim de ben gibi sadakatsiz. İtiraf etmeliyim, sen yokken başka kadınlara da şiir yazdım. Yine de ozanca ve şövalyece ince bir cezbe kapılıp hamasi şiirler yazacağım sana. İstesen de istemesen de. Nasıl diyordum? ‘’Esaslı bir şekilde fırsat bulamadan tanımaya seni/ Kaybetme korkusuna düştüm, gözlerime bulaşmış güzelliği.’’ Şimdi ise korkuyu bile geçtim, kaybettim. Hatanın büyük çoğunluğu bende olsa da ben tüm hatayı kendi üzerime alıyorum. İtiraz yok. Zaten itiraz edeceğini de sanmam. Her neyse. Omuz silkip işimize bakalım.

Biliyorsun, Celalî Aydemir müstear adı ile bir sayfa açmıştım. Bir müddet sürdürdükten sonra ise paylaşım yapmayı bıraktım ve en nihayetinde son bir ‘’elveda şiiri’’ ile noktayı koydum. Oradaki şiirlerimde belli imgeleri tekrar ve tekrar yoğurup yeni şekiller veriyordum onlara. Bir nevi deneme tahtamdı benim. Artık özgün içerikli, capcanlı, yepyeni eserler ortaya koyacağım. Sana ve sabahın şu vakti hissettiğim duygulara ant olsun. Elimden geleni yapacağım.

Olanca saygınlığımla, saygılarımla;

Jakoben Şövalye.